Deyimler Sözlüğü "A"  Harfiyle Başlayanlar
Aba altından değnek  göstermek:  Sakin, yumuşak görünmekle birlikte karşısındakini gizliden gizliye  korkutmak.”Sakın onlara aba altından değnek göstermeye kalkma, yoksa  kaçırırsın.”
Abacı, kebeci, ara yerde sen neci?: “Tamam,  ilgililer bu işe karışabilirler, ama sen neci oluyorsun” anlamında  kullanılır.
Abayı yakmak: Gönül verip âşık olmak,  tutulmak.”Türkmen kızına abayı yakalı beri, sazı elinden düşürmez  oldu.”
Abbas yolcu: 1. Yola çıkmaya kesin kararlı.”Abbas  yolcu! Daha fazla oyalamayın.” 2. Ölmek üzere (olan). “Komaya girdi, abbas yolcu  mu ne?”
Abesle iştigal etmek: Yersiz, yararsız, boş ve  anlamsız şeylerle vakit geçirmek.”Şu yaşa geldin, ama abesle iştigal etmekten  vazgeçmedin.”
Abuk sabuk konuşmak: Düşünmeden, birbiriyle  ilgisi olmayan, tutarsız, saçma sapan söz söylemek. “Yeter artık, abuk sabuk  konuşmalarına daha fazla dayanamayacağım.”
Abur cubur:  Yararlı olup olmadığı düşünülmeksizin rast gele yenen, yemek yerini tutmayan  yiyecekler.”Ne diye çocukların karnını abur cuburla doyuruyorsun?”
Aceleye  getirmek (dara getirmek): 1. Bir işi gerektiği gibi yapmayıp, zaman darlığından  yararlanarak birini aldatmak. “Tezgâhtar aceleye getirerek gömleğin defolusunu  vermiş.”2. Zaman darlığı sebebiyle gereken özeni göstermemek. “Yazın hiç de  güzel değil, aceleye getirmişsin.”
Acemi çaylak: Toy,  tecrübesiz, beceriksiz. “Acemi çaylağa bak hele! Sen mi tamir edeceksin o  saati?”
Acı çekmek (duymak): 1. Ağrı, sızı duymak. “Kazadan  sonra çok acı çekti.” 2. Üzülmek, üzüntü içinde kalmak.”Eşini kaybedeli on yıl  oldu ama o hâlâ acı çekiyor.”
Acısı içine (yüreğine) çökmek (işlemek): Bir  şeyin verdiği acı, üzüntü benliğinde derin iz bırakmak.”Elindeki tek evi de  yanıp kül olunca acısı yüreğine işledi.”
Acısını çekmek:  Yapılan yanlış bir işin doğurduğu sıkıntı ve üzüntüyü yaşamak.”Kestiğim o ağacın  hâlâ acısını çekiyorum.”
Acısını çıkarmak: 1. Acılığını yok  etmek.”Yağda kavurarak acısını aldı.”2. Önceden uğradığı maddî ve manevî zararı  sonradan gidermek. 3. Öç almak.”Bir gün bana yaptıklarının acısını senden  çıkaracağım.”
Acı soğuk: Keskin, hoşa gitmeyen, çok üşütücü  soğuk.”Acı soğuk insanın iliklerine işliyordu.”
Acı söz:  İnsanın gönlünü inciten, onuruna dokunan ağır söz.”Bu acı sözlerine kim katlanır  sanıyorsun?”
Aç acına: Aç olarak, hiçbir şey yemeden.”Bu iş  aç acına yapılmaz.”
Açığa çıkarılmak (alınmak): İşinden  çıkarılmak, görevine son verilmek.”İşe üç gün geç geldi diye açığa  alındı.”
Açığa vurmak: Gizli, saklı bir şeyi herkese  duyurmak, ortaya çıkarmak.”Yıllardır içinde sakladığı sırrı mahkemede açığa  vurdu.”
Açığı çıkmak: Saklamakla görevli bulunduğu  para, eşya veya başka bir şeyin sayım sonucu eksik olduğu anlaşılmak.”Kasiyerin  salı günü akşamı on bin lira açığı çıktı.”
Açığını bulmak:  Herhangi bir işteki eksiği, hileyi veya zararı ortaya çıkarmak.”Hemen her  yazısında bir açığını bulmak mümkün.”
Açık alınla: Başarı,  şeref, övünç ve dürüstlükle.”Hemen her işten açık alınla çıkar  onlar.”
Açık bono vermek: Bir kimseye sınırsız, istediği  gibi davranma yetkisi tanımak.
Açık fikirli: Olayları,  gelişmeleri, yenilikleri iyi anlayıp gereği gibi karşılayan; düşündüğünü olduğu  gibi söyleyebilen kimse.”Bu toplumun açık fikirli insanlara duyduğu ihtiyaç,  bugün daha fazladır.”
Açık kalpli (yürekli): Samimî, içi  temiz, içi dışı bir olan kimse.”Komşumuz kadar açık kalpli bir adam  görmedim.”
Açık kapı bırakmak: Gerektiğinde bir konuya  yeniden dönebilme imkânı bırakmak, kesip atmamak, ileriyi düşünerek ılımlı  davranmak.”Bu kadar kesin konuşmayalım, açık kapı bırakalım da iyi düşünebilme  fırsatları olsun.”
Açık konuşmak: Gerçeği sakınmadan,  çekinmeden söylemek.”Daima açık konuşan insanları severim.”
Açık  saçık: Göreneğe, terbiyeye aykırı derecede açık (söz, davranış,  elbise).”Açık saçık fıkralar anlatmaya utanmıyor musunuz?”
Açık  seçik: Çok açık, çok belirgin, ayrıntılarına kadar görülebilen.”Daha  açık seçik konuş da anlayalım ne demek istediğini.”
Açıkta kalmak  (olmak): 1. İş ve görev bulamamak. 2. Yersiz yurtsuz kalmak. 3.  kimilerinin elde ettikleri bir yarardan mahrum olmak.”Çoluk çocuk açıkta  kaldılar fabrika kapanınca.”
Açıktan kazanmak: Ortaya hiçbir  emek ve sermaye koymadan gelir elde etmek, para kazanmak.”Günümüz insanı açıktan  kazanmayı bir kural hâline getirdi.”
Açık vermek: 1. Geliri,  giderini karşılamamak.”Maaşımız yetmeyecek bu ay, galiba açık vereceğiz.”2.  Ortaya çıkmaması gereken şeyi farkında olmadan belli etmek.”Dikkat et de  düşmanlarına açık verme.”
Açlıktan nefesi kokmak: 1. Çok  fazla yoksulluk içinde bulunmak.”Dün açlıktan nefesim kokuyordu ama bugün çok  şükür karnım tok.”2. Uzun zaman bir şey yemediği anlaşılmak.
Açmaza  düşmek: İçinden çıkılması oldukça güç bir durumda kalmak. “Beni bu  açmazdan ancak çocuklarım kurtarır.”
Aç susuz kalmak: Çok  yoksul bir duruma düşmek, fakirlikten yaşayamaz hâle gelmek.”Afrika kıtasının  pek çok insanı aç susuz kalmış durumda.”
Adama dönmek: Hoşa  giden bir duruma gelmek, düzelmek.”Kapılar, pencereler boyanınca ev adama  döndü.”
Adamdan saymak: Değeri olmadığı hâlde bir kimseye kıymet vermek,  saygı duymak. “Seni adamdan saydım diye mi naz yapıyorsun?”
Adam  etmek: 1. Eğitmek, yetiştirmek, belli bir seviyeye getirmek.”Sen uğraş,  didin, adam et, o da sırt çevirsin sana.”2. Tamir edip kullanılır hâle getirmek,  bir yeri düzene sokmak.”Bu arabayı eninde sonunda adam  edeceğim.”
Adam evladı: İyi bir ailenin iyi yetiştirilmiş;  özü, sözü doğru çocuğu.”Bu iyiliği ancak bir adam evladı  yapabilirdi.”
Adam içine çıkmak: Topluluğa karışmak, eşe  dosta gitmek, değerli insanların bulunduğu yerlerde olmak ve onlarla  görüşmek.”Adam içine çıkmayalı uzun zaman oldu.”
Adam olmak:  1. Yetişip büyümek, gelişmek, iş güç sahibi olmak.”Umarım o da bir gün adam  olur.”2. Onarılıp işe yarar hâle gelmek.
Adam (insan) sarrafı: Tecrübesi  sayesinde insanların iyisini kötüsünü çabuk anlayacak duruma gelmiş kimse. “Sen  üzülme, baban insan sarrafıdır, onun ne mal olduğunu kolayca  anlar.”
Adam sen de (adam!): Bir işin önemli olmadığını,  aldırılmaması gerektiğini anlatmak için söylenir.”Adam sen de, o katılmazsa  katılmasın, biz birlikte oynarız.”
Adam sırasına geçmek  (girmek): Toplumda kendisine daha önce değer verilmezken, artık  kendisine önem ve değer verilir olmak.”Biliyorum, seni de adam sırasına geçiren  paran oldu.”
A`dan Z`ye kadar: Bütünüyle, baştan aşağı.”Bu  sınıfın düzeni a`dan z`ye kadar bozuk.”
Adı batmak: Adı  anılmaz olmak, unutulmak, sözü edilmez olmak. “Hatırlatmayın, adı batsın o  adamın!”
Adı çıkmak: Kötü bir şöhret kazanmak.”Bir kere adı  çıkmış, ne yapsa fayda etmiyor, kimse dinlemiyor onu.”
Adı  kalmak: Bir kimse veya şey ortadan kalktıktan, öldükten sonra adı  dillerde dolaşır olmak.”Birkaç yıl sonra İstanbul`da doğal güzelliklerin sadece  adı kalacak.”
Adı karışmak: İyi karşılanmayan bir olayla  ilgisinin bulunduğu, o olaya karıştığı söylenmek.”Soygun işine Ali`nin de adının  karıştığı söyleniyor. Doğru mu?”
Adım atmamak: Kesinlikle  gitmemek, uğramamak, aramamak. “Bir daha o eve adım atmamaya  yeminliyim.”
Adını anmamak: Bir şeyden, bir kimseden hiç söz  etmemek; unutmuş görünmek.”Evi terk eden oğlunun adını anmamakta sonuna kadar  kararlı.”
Adını koymak: 1. İsim vermek. “Yeni doğan çocuğun  adını Ali koydular.”2. Bir şeyin karşılığını veya fiyatını kararlaştırmak.”Önce  adını koyalım da ona göre hareket edelim.”
Adını vermek: 1.  Birinin adını bildirmek. 2. Biri tarafından salık verildiğini gönderildiği  kimseye söylemek. “Benim adımı ver ki işlerin çabuk görülsün.”
Aforoz  etmek: 1. Kilise birliğinden çıkarmak. 2. Birini yakını olmaktan  çıkarmak, ilgiyi kesip uzaklaştırmak, ilişkileri tamamen koparmak.”Bütün köylü  onu aforoz etmekte kararlı.” 
Ağır  aksak: Pek  yavaş olarak, düzgün olmayarak.”Her zaman işleri ağır aksak  yapıyorsunuz.”
Ağır basmak: 1. Ağırlığı fazla gelmek. 2. Bir  işte etkili olmak, gücü üstün gelmek, istediğini yaptırmak.”Politik gücü ağır  basınca ihaleyi kazandı.”
Ağır başlı: Ciddî, olgun,  hareketlerinde ölçülü, işlerini düşüne taşına yapan kimse.”Ağır başlı olmak  insana üstün meziyetler kazandırır.”
Ağırdan almak: Bir işi  yapmakta acele etmemek, yavaş davranmak, isteksiz görünmek.”Hiç sebep yokken işi  ağırdan almanı bir türlü anlamıyorum.”
Ağır elli: 1. Oldukça  yavaş iş yapan, çabuk yapmayan. 2. Vurduğu zaman çok acıtıp can yakan.”Adamın  eli amma da ağırmış, ense köküm hâlâ ağrıyor.”
Ağır gelmek:  1. Ağrına gitmek, onuruna dokunmak.”Hak etmediğim şu sözler öylesine ağır geldi  ki bana.”2. yapılması güç gelmek.”Bu yaştan sonra inşaat işlerinde çalışmak  artık ağır geliyor benim gibi ihtiyara.”
Ağır hastalık: Sonu  ölümle neticelenebilecek gibi olan tehlikeli hastalık.”Ağır hastalık geçirdiği  için bir türlü kendini toplayamadı ve zayıf kaldı.”
Ağır  söz: Kişinin gönlünü inciten, gücüne giden, onuruna dokunan,  dayanılması güç söz.”Söylediğin ağır sözler çocukları çok  incitti.”
Ağız aramak (veya yoklamak): Öğrenilmek istenilen  şeyi söyletecek yolda dil kullanmak.”Ağzını ara bakalım o konuda bir şey biliyor  mu?”
Ağız (söz) birliği etmek: Daha önce bir konuda  anlaşarak aynı şeyi yapmak ya da söylemek.”Ağız birliği etmeli, hep birlikte  savunmalıyız kendimizi.”
Ağızdan laf (söz) çekme(çalmak):  Bir kişinin bildiği şeyleri ustalıklı konuşmalarda ona sezdirmeden öğrenmek.  “Boşuna uğraşma, ağzından laf çekemezsin onun.”
Ağızda sakız gibi  çiğnemek: Bir düşünceyi, bir sözü tekrar edip durmak.”Dolap da dolap!  Artık ağzında sakız gibi çiğneyip durma şu sözü!”
Ağız  değiştirmek: Daha önce söylediğinin tersini söylemeye  başlamak.”Babasını görünce korkusundan ağız değiştirdi.”
Ağız, dil  vermemek: 1. Söz söyleyemeyecek kadar hasta olmak. 2. Herhangi bir  sebeple hiç konuşmamak, susmak.”Kurşuna dizilmeyi göze aldılar ama ağız, dil  vermediler.”
Ağız eğmek: Yalvarmak, hiç de lâyık olmayan  birine yüz suyu dökmek. “Ölürüm de ağız eğmem o adama!”
Ağız  kalabalığı: Birbirini tutmayan, gereksiz, konu dışı sözler.”Asıl  meseleyi ağız kalabalığı ile ört bas edip kaçamazsın!”
Ağız  kalabalığına getirmek: Birini gereksiz sözler söyleyip çok konuşmak  yolu ile şaşırtmak, dikkatini dağıtıp aldatmak.”Ağız kalabalığına getirip yok  pahasına aldı malları.”
Ağız kavafı: Karşısındakini ikna  etmek için diller döken, çok konuşan, gerekli gereksiz söz söyleyen  kimse.”İğreniyorum şunun gibi ağız kavafı heriflerden.”
Ağız  yapmak: Birini aldatma, yanıltma, oyalama amacıyla duygularını,  düşüncelerini olduğundan başka türlü gösterecek biçimde konuşmak.”Ne ağız yapıp  duruyorsun, gerçeği söylesene!”
Ağzı açık ayran delisi: Yeni  gördüğü her şeye alık alık bakan, anlamsız bir hayranlıkla seyredip  şaşıran.”Haydi yürü, ağzı açık ayran delisi gibi ne bakıp duruyorsun  vitrine.”
Ağzı (bir karış) açık kalmak: Çok şaşırmak,  şaşakalmak. “Onca seneden sonra sevdiği arkadaşını birden karşısından görünce  ağzı açık kaldı.”
Ağzı kalabalık: Çok ve manasız, saçma  sapan, tutarsız sözler söyleyen.”Ağzı kalabalık insanlara tahammül etmek çok güç  bir iş.”
Ağzı kulaklarına varmak: Çok sevinmek, sevindiği  her hâlinden belli olmak. “Takdirname eline verilince sevincinden ağzı  kulaklarına vardı.”
Ağzı laf yapmak: Güzel, inandırıcı söz  söyleme yeteneği olmak.”Politikacı mı olacaksın, ağzın laf da  yapmalı.”
Ağzına (veya ağzının içine) bakmak: 1. Ne  diyeceğini beklemek. 2. Onun sözüne göre hareket etmek.”İyi, yemek için de onun  ağzına bak bari!”
Ağzına baktırmak: Etkili, güzel konuşarak  kendini zevk ile dinletmek, dinleyenleri kendisine hayran etmek.”O, ağzına  baktırmasını bilen ender hatiplerdendi.”
Ağzına bir parmak bal  çalmak: Amacına ulaşmak için birini tatlı sözlerle bir süre oyalamak,  kandırmak; umut verip ikna ederek işini yaptırmak.”Öyle bir insan ki ağzına bir  parmak bal çal, sonra her istediğini yaptır.”
Ağzına girmek:  Dinlenirken konuşana doğru oldukça fazla yaklaşmak.”Çocuklar, masal anlatan  dedenin, neredeyse ağzına gireceklerdi.”
Ağzına lâyık: Bir  yiyeceğin tadı anlatılırken kullanılır, çok lezzetli yiyecek anlamında.”Haydi  durma, uzan, tam ağzına lâyık bir tatlı!”
Ağzında bakla  ıslanmamak: Sır saklamayı becerememek, sırrı hemen açığa  vurmak.”Ağzında bakla ıslanmayan bu adama nasıl oluyor da  açılıyorsun?”
Ağzında gevelemek: Açık olarak söylememek,  belirli konuşmamak.”Lütfen lafı ağzında geveleme de ne söyleyeceksen söyle, çok  işim var.”
Ağzından bal akmak: Çok tatlı, hoşa gider biçimde  konuşmak.”Konuş, konuş hele; ağzından bal akıyor.”
Ağzından çıkanı  kulağı işitmemek: Sözlerini tartmadan, düşünmeden, öfke içinde, nere  varacağını hesaplamadan konuşmak.”İyice çıldırmış olmalısın. Çünkü ağzından  çıkanı kulağın duymuyor.”
Ağzından düşürmemek: Bir kimseden  veya bir şeyden her zaman söz etmek.”Ölünceye kadar torunu Esma`nın adını  ağzından düşürmedi.”
Ağzından girip burnundan çıkmak:  Çeşitli yollara başvurarak birini bir şeye razı etmek; veya kandırmak.”Ağzından  girip burnundan çıktı ve ondan para koparmayı başardı.”
Ağzından  kaçırmak: Söylemek istemediği bir şeyi, boş bulunup  söyleyivermek.”Dikkatli ol, lafı ağzından kaçırıp da gideceğimiz yeri  söyleme.”
Ağzından laf almak (çekmek): Bir kimseyi değişik  yollarla ve ustalıkla konuşturup birtakım gizli şeyleri öğrenmek.”Boşuna  uğraşma, ağzımdan laf alamazsın.”
Ağzından yel alsın:  Olumsuz, kötü şeylerden bahsedenlere karşı “ağzını hayra aç” anlamında  söylenir.”Bugün kötü şeyler mi bekliyorsun? Ağzından yel alsın, o ne biçim  beklenti?”
Ağzını açıp gözünü yummak: Kızgınlık ile sonunu  düşünmeden ağzına gelen kötü sözleri söylemek, karşısındakine hakaret etmek.”Eve  geç gelen kızına ağzını açıp gözünü yumdu.”
Ağzını aramak:  Karşısındakini kurnazca konuşturarak ağzından söz almak, istediğini  öğrenmek.”Şunun ağzını ara da bahçeyi satıp satmayacağını  öğren.”
Ağzını bıçak açmamak: Kırgınlıktan, üzüntüden ya da  herhangi bir sebepten ötürü söz söyleyecek durumda olmamak.”Boşuna uğraşma, evin  yanışına öyle üzülmüş ki ağzını bıçak açmıyor.”
Ağzını havaya  (poyraza) açmak: Umduğunu elde edememek, fırsatı kaçırdıktan sonra boş  yere beklemek.”Evi o zaman alacaktın, artık geçti, bundan sonra ağzını havaya  aç.”
Ağzını kapamak: 1. Susmak. 2. Çıkarının elden  gideceğini düşünerek birinin konuşmasını önlemek.”Ağzını kapatamazsak konuşup  bizi elâleme rezil edecek.”
Ağzının içine bakmak: Konuşan  bir kimseyi seve seve ve dikkatlice dinlemek.”Konuşması onları öyle sarmıştı ki  ağzının içine bakıyorlardı.”
Ağzının kokusunu çekmek: Bir  kimsenin dayanılmaz, çekilmez tutum ve davranışlarına katlanmak.”Yeter artık,  daha fazla senin ağız kokunu çekemem.”
Ağzını öpeyim  (seveyim): Sevindirici bir söz söyleyene “ne güzel, hoş söyledin”  anlamında kullanılır.
Ağzının payını vermek: Sert söz ve  davranışlarla karşılık vererek bir kimseyi yaptığına pişman etmek.”Demek öyle,  ben de senin ağzının payını vermezsem bana da Hasan  demesinler!”
Ağzının suyu akmak: Çok beğenip isteyecek  duruma gelmek, imrenmek.”Vitrindeki kızarmış tavuğu görünce ağzımın suyu  aktı.”
Ağzının tadı kaçmak: Rahatı kaçmak, huzurunu  kaybetmek, bir kimsenin kurulu dirliği, düzenliği bozulmak.”Şu vızır vızır  işleyen yol buradan geçince ağzımızın tadı kaçtı.”
Ağzının tadını  bilmek: 1. Güzel yemeklerden anlamak. 2. Bir şeyin güzelini, iyisini  bilmek, anlamak.”Şunlardaki güzelliğe bak, ağzının tadını da biliyorsun  hani.”
Ağzı sulanmak: İmrenmek.”Karpuzları ağzını  şapırdatarak yemeye başlayınca benim de ağzım sulandı.”
Ağzı süt  kokmak: Çok genç, toy ve tecrübesiz olmak.”Şu ağzı süt kokan mı  yarışacak benimle.”
Ağzı var dili yok: 1. Oldukça sessiz,  sakin, kendi hâlinde. 2. Konuşmayıp susan, derdini anlatmayan.”Telâşlanma sakın,  ağzı var dili yok o çocuğun, seni hiç üzmez.”
Ağzıyla kuş  tutsa…: “Ne kadar çaba gösterse, ne yapsa da” anlamında  kullanılır.”Ağzıyla kuş da tutsa, artık bu eve adım atamaz.”
Ah  almak: Birinin bedduasını üstüne çekmek.”Zalimliğine devam edersen daha  çok kişinin ahını alacaksın.”
Ahı çıkmak: Eziyete uğrayan  bir kimsenin yaptığı bedduanın etkisini göstermesi.
Ahı  tutmak: Zulüm görenin bedduasının yerini bulup gerçekleşmesi.”Ahım bir  tutarsa dünyanın kaç bucak olduğunu görecek o.”
Ahı yerde  kalmamak: Yaptığı ilenme (beddua) er geç etkisini göstermek.”Şunu iyi  bil ki ey zalim, ahım yerde kalmayacak; yüz üstü sürüneceksin.”
Ahkâm  çıkarmak: Kendi düşüncelerine dayanarak birtakım yargılara  varmak.”Devletler ancak kuvvetli ordu ile ayakta dururlar diye ahkâm  çıkardı.”
Ahmak ıslatan: İnce ince yağan yağmur,  çisenti.”Böyle yürümeye devam edersek bu ahmak ıslatan iliklerimize  işleyecek.”
Ahret kardeşi: Dünya ve ahiret işlerinde  birbirlerinden ayrılmayan kimseler; kan bağı olmaksızın manevî olarak kurulan  kardeşlik.
Ahrette on parmağı yakasında olmak: Haksızlığa  uğrayışını bu dünyada önleyip hakkını alamayanın, öte dünyada (ahirette)  kendisine sorumlu olan kimseden davacı olması.”Hakkımı vermedin ama ahirette on  parmağım yakanda olacaktır.”
Akan sular durmak: Artık itiraz  edilebilecek, karşı durulacak bir nokta kalmamak.”Siz Mehmet Ağa`ya gidin, o  devreye girdi mi akan sular durur, kolay anlaşırsınız.”
Akıl  defteri: Hatırlanıp yapılması gereken şeylerin yazıldığı küçük defter,  muhtıra defteri, ajanda.
Akıl etmek: Herhangi bir önlem ve  çareyi zamanında düşünmek, vaktinde hatırlamak.”Sular kesilecekti ama kovaları  doldurmayı akıl edemedim.”
Akıl hocası: 1. Birine yol  gösteren, akıl öğreten kimse. 2. Herkese akıl öğretmeye meraklı kimse.”Lütfen  akıl hocalığı yapmaya kalkma, biz işimizi senden iyi biliriz.”
Akıl  kârı olmamak: Akıllı, dengeli ve ölçülü bir kişinin yapacağı iş  olmamak.”Akıl kârımı şimdi senin yaptığın bu iş?”
Akıl kutusu  (kumkuması): Çok zeki, akıllı kimse; bilgiç.”Akıl kutusu mübarek, her  meseleyi çözüyor.”
Akıllara durgunluk vermek: Çok şaşılacak  bir şey olmak.”Bir görmeliydin o olayı, akıllara durgunluk verecek bir  olaydı.”
Akıllı uslu: Dengeli, yaramazlık etmeyen, ölçüsüz  ve taşkın davranışlarda bulunmayan.”Senin çocuk pek akıllı uslu  görünüyor.”
Akıl öğretmek (vermek): Herhangi bir konuda yol  gösterip tavsiyede bulunmak, bilgi vermek.”Sana akıl verecek bir adam da mı  bulamadın?”
Akıl sır ermemek: Bir işin gizli yönlerini,  niteliğini, asıl sebebini anlayamamak.”Senin bu işi nasıl berbat ettiğine hâlâ  akıl sır erdiremedim.”
Akıntıya kürek çekmek: Olmayacak,  gerçekleşmeyecek bir iş uğrunda boşuna çaba sarf etmek.”Desene boşuna kürek  çekmişiz, olmayacak bu iş.”
Akla karayı seçmek: Bir işi  başarmak uğrunda çok yorulmak, sonuca kadar çok zahmet çekmek.”Seni buluncaya  kadar akla karayı seçtim.”
Aklı almamak: 1. Akla uygun  gelmemek, inanılacak gibi olmamak. 2. Anlamamak.”Şu işleri bir türlü aklım  almıyor.”
Aklı başına gelmek: 1. Zarar gördüğü işlerden  uslanıp akıllıca davranmak. 2. Baygınlıktan ayılmak, kendine gelmek.”Çabuk  koşun, nihayet kendine geliyor!”
Aklı başından gitmek: 1.  Çok korkudan veya çok sevinçten ne yapacağını şaşırmak. 2. Kafası çok yorulmuş  olduğundan iyi düşünememek.”Annemi öyle evin ortasında baygın görünce aklım  başımdan gitti.”
Aklı başında olmamak: 1. İyi düşünebilir  durumda olmamak. 2. Bayılmak, kendisinden geçmek.”Artık aklı başında olmamak  onun işine geliyor sanki, böylece sorumluluktan kurtulacak, rahat  edecek.”
Aklı çıkmak: Titizlikle üzerinde durmak, çok korku  geçirmek, çok korkmak.”Elbisem yırtılacak diye aklı çıkıyor.”
Aklı  durmak: Şaşırmak, düşünemez bir hâle gelmek.”Resmi öyle güzel yapmış ki  görsen aklın durur.”
Aklı karışmak: Ne yapacağını bilememek,  bocalamak, şaşırmak.”Dur hele, bir düşüneyim, söylediklerin aklımı  karıştırdı.”
Aklı kesmek: Bir şeyin olabileceğine, bir şeyi  yapabileceğine inanmak.”Seninle bu işi başarabileceğime pek de aklım  kesmiyor.”
Aklına düşmek: 1. Hatırlamak. 2. Kafasında bir  düşünce doğmak.”Aklına düşen her şeyi yapmak zorunda mısın?”
Aklına  esmek: Daha önce düşünmemiş olduğu şeyi birden yapmaya karar  vermek.”Birden aklına esti, kalkıp sahile indi.”Aklına gelen başına  gelmek:  Olmasından korktuğu şeyin zarar verici etkisine uğramak.”Aklıma gelen başıma  geldi, evi su bastı.”
Aklına gelmek: 1. Hatırlamak. 2. Bir  şeyi yapmayı düşünmek, tasarlamak.”Aklıma geldi, kalkıp babama  gittim.”
Aklına koymak: 1. Bir şeyi yapmaya kesin olarak  karar vermek.”Bu sene takıntısız sınıfımı geçmeyi aklıma koydum.”2. Bir fikri  başkasına aşılamak.
Aklına (aklını) takmak: Bir şeyi devamlı  olarak düşünmek, bir fikre sürekli olarak zihninde yer vermek ve zihni onunla  meşgul etmek.”Onu niçin kırdım, aklıma takıldı düşünüp  duruyorum.”
Aklına yer etmek: Uygun bulduğu bir düşünce  kafasına yerleşmek.”Onun sana söyledikleri aklına yer eder  inşallah.”
Aklından zoru olmak: Tutarsız, dengesiz, ölçüsüz,  delice davranışlarda bulunmak.”Bırak o bıçağı, aklından zorun mu var  senin?”
Aklını almak: Çekiciliği, güzelliği ile büyülemek,  etkisi altına almak.”Kızın bir bakışı, aklını başından almaya  yetti.”
Aklını başına almak (toplamak, devşirmek):  Mantıksız, ölçüsüz davranışlarda bulunmaktan kendini kurtararak akıllıca bir  yola girmek.”Aklını başına al, yoksa bu içki seni götürecek.”
Aklını  başından almak: Çok şaşırtmak, düşünemeyecek duruma getirmek.”Gördüğü  ev aklını başından aldı.”
Aklını (bir şeyle) bozmak: 1.  Sapıtmak, delirmek. 2. Yalnızca ilgilendiği, üzerine düştüğü şeyle uğraşıp  durmak, başka hiçbir mesele düşünmemek.”Bizim çocuk sinema ile aklını  bozdu.”
Aklını çalmak (çelmek): 1. Kararından, niyetinden  vazgeçirip başka bir yola sokmak. 2. Baştan çıkarmak, ayartmak.”Aklını çelip onu  evlenmeye razı et.”
Aklını peynir ekmekle yemek: Akılsızca,  şaşkınca, delice işler yapmak.”Misafirliğe böyle gidilir mi? Sen aklını peynir  ekmekle mi yedin?”
Ak pak: 1. Tertemiz. 2. Saçı sakalı  ağarmış. 3. Alımlı ve beyaz tenli.”Ne kadar da ak pak bir  çocuk.”
Akşama sabaha: Neredeyse, pek yakında, kısa bir süre  içinde.”Konuklar akşama sabaha burada olurlar, sakın bir yere  kaybolma!”
Akşamdan kavur, sabaha savur: Kazandığını günü  gününe harcayan, har vurup harman savuran, savruk kimselerin durumunu anlatmak  için kullanılır.
Akşamı iple çekmek: Gecenin olmasını  sabırsızlıkla beklemek.”Ne güzel bir ziyaret olacak. Akşamı iple  çekiyorum.”
Alacağına şahin, vereceğine karga: Alırken bütün  gücünü kullanan ve kolaylık gösteren, kimsede parasını bırakmayan; verirken ise  bin bir güçlük çıkaran, vereceğini geciktirmek için elinden geleni yapan kimse  için kullanılır.”Ne adamsın be! Alacağına şahin, vereceğine karga! Yazıklar  olsun!”
Alacağı olsun: “Günün birinde ondan öcümü alırım”  anlamında göz korkutmak için söylenir.
Al aşağı etmek:  Birini bulunduğu yerden, mevkiden indirmek.”Ya, gördün mü, demek ki el oğlu  adamı al aşağı ediyormuş bir çırpıda!”
Al birini vur birine  (ötekine): Hepsi aynı, bir ayarda, hiçbiri işe yaramaz.”Onlardan söz  etme bana. Al birini vur birine.”
Alçak gönüllü olmak: Gurur  ve kibre kapılmayıp kendini olduğundan daha aşağı düzeyde sayma, başkalarından  yüksek görmeme durumu.”İnsanı insan yapan vasıflardan biri de alçak gönüllü  olmaktır.”
Al gülüm ver gülüm: 1. Karşılıklı sevgi  gösterisi. 2. Çokluk uygun olmayan işlerde birbirinin çıkarını  kollamak.
Alı al, moru mor: Telâş veya yorgunluktan yüzü  kıpkırmızı kesilmiş (olarak).”Uçağı kalkmak üzere olan babama alı al, moru mor  bir şekilde yetişebildim.”
Alıcı gözüyle bakmak: Çok  dikkatli bakmak, inceden inceye gözden geçirmek.”Mobilyaya ilk defa alıcı  gözüyle baktı.”
Alın teri dökmek: Zahmetli iş görüp çok emek  vermek.”Alın teri dökmeyenler, emeğin ne olduğunu bilemezler.”
Ali  Cengiz oyunu: “Kurnazca, haince aklı durduracak iş yapmak” anlamında  kullanılır.”Bana bir Ali Cengiz oyunu oynadılar ki sormayın  gitsin.”
Ali kıran baş kesen: Çok zorba, kaba kuvvetle  hâkimiyet kuran.”Mehmet, sınıfın Ali kıran baş kesini olmuştu.”
Ali`nin  külâhını Veli`ye, Veli`nin külâhını Ali`ye giydirmek: Kendi sermayesi olmadığı  hâlde, birinden aldığını ötekine, ötekinden aldığını bir başkasına vererek işini  yürütmek.
Allah adamı: Hile, kötü bilmeyen; hak yol üzerinde  olan, Allah`a ibadette kus dini bütün kimse.”Allah adamı olmalısın dünya da, hem  de ahrette iyilik görebilesin.”
Allah`a emanet: Herhangi bir  şeyi Yüce Allah`ın korumasına ve esirgemesine terk etmek.”Seni Allah`a emanet  ederek gidiyorum oğlum.”
Allah Allah!: Daha çok şaşkınlık ve  hayret hâllerini anlatır.”Allah Allah! Nasıl oldu bu iş, aklım  almıyor?”
Allah aratmasın: Yakınılacak bir durumda, bir  şeyin hiç bulunmaması hâlindeki sıkıntı anında “Allah daha kötüsünü göstermesin”  anlamında kullanılır.
Allah aşkına: Yemin vermek veya  yalvarmak için “Allah`ını seversen” anlamında şaşma, usanç bildirir.”Allah  aşkına şu işi bir daha yapma!”
Allah bilir: 1. Belli değil,  Cenab-ı Hak`tan başka kimse bilmez.”Allah bilir bu sırrın iç yüzünü.”2. Bana  öyle geliyor ki.”Allah bilir esrar da alıyordur bu çocuk.”
Allah`ın  belâsı: Varlığı üzüntü veren, varlığından huzursuz olunan şey.”Allah`ın  belâsı adam yine çıktı ortaya.”
Allah versin: 1. Dilenciyi  savmak için “bekleme, sadaka vermeyeceğim” anlamında söylenir. 2. İyi şey elde  edenlere memnunluk bildirmek için, kimi zaman da takılma ve şaka için  söylenir.”Allah versin, işlerin gayet iyi görünüyor.
Allah yarattı  dememek: Kıyasıya dövmek, çok hırpalamak.”Adamlar yabancıya bir  giriştiler ki Allah yarattı demediler.”
Allah “yürü ya kulum”  demiş: Az zamanda çok para kazanan ve işinde çok çabuk ilerleyenler  için söylenir.”Cenab-ı Hak bir kimseyi zengin etmek isterse ona, `yürü ya kulum`  demesi yeter.”
Allak bullak etmek: Kurulu düzeni bozmak,  karmakarışık bir duruma getirmek.”Çocuklar evi allak bullak edip  gitmişler.”
Allayıp pullamak: Kötü görünüşü kapatmak için  bir şeyi süslemek, donatmak.”Hurda arabaları allayıp pullayıp pazara  çıkarmışlar.”
Allem etmek, kallem etmek: İstediğini elde  etmek için her türlü kurnazlığa başvurmak.”Namussuzlar allem edip kallem edip  yaşlı adamın evini elinden aldılar.”
Alnı açık yüzü ak  (olmak): Herhangi bir ayıbı, çekinecek bir durumu olmamak, iffetli ve  şerefli olmak.”İşte alnı açık yüzü ak meydandayım; çıksınlar  karşıma.”
Alnını karışlamak: 1. Bir işin çok güç olduğunu,  yapılamayacak kadar zor olduğunu anlatır. 2. Küçümseyerek meydan okumak, tehdit  etmek.”Beni polise bildirenin alnını karışlarım.”
Alnının  akıyla: Küçümsenecek, ayıplanacak bir duruma düşmeden; tertemiz,  şerefiyle, başarılı olarak.”Allah`ın izniyle bu işten alnımın akıyla  çıkacağım.”
Alnının ar damarı çatlamak: Utanma, sıkılma  duygularını yitirmiş bulunmak.”Adama bak nerede soyunuyor, alnının ar damarı  çatlamış anlaşılan.”
Alnının damarı çatlamak: Başarmak için  çok sıkıntı çekmek, çok çaba sarf edip emek vermek.”O yolu açıncaya kadar benim  alnımın damarı çatladı, sen ne halt etmeye bozuyorsun?”
Alnının kara  yazısı: Kötü talih, baht.”Ne yapayım, alnımın kara yazısı böyle  imiş.”
Al takke ver külâh: 1. Bir mesele üzerinde uzun  çekişmelerden sonra. 2. Senli benli, samimî dostluğu sürdürerek.”Al takke ver  külâh yıllarca yaptık bu işi.”
Altı alay, üstü  kalay: İçi  dışı bir olmayan; dışı süslü, içi berbat.”Altı alay üstü kalay bir dolaba  benziyor bu.”
Altı kaval, üstü şeşhane (Şişhane): Daha çok  giyim için “altı, üstüne; bir parçası öbür parçasına uymaz.” anlamında  kullanılır.”Çabuk çıkar şu üzerindeki altı kaval üstü şeşhane elbiseyi, yoksa  rezil olacaksın el âleme.”
Altın babası: Çok zengin, parası  çok olan kimse.”Adam altın babası, her istediğini kolayca  yaptırıyor.”
Altın bilezik: Para getiren, hayat boyunca  geçimi sağlamaya yarayan sanat ve meslek.”Şimdiden bir altın bilezik sahibi ol  ki yarın rahat edesin.”
Altında kalmamak: 1. Bir şeyi  karşılıksız bırakmamak.”Onun bana yaptığı iyiliğin altında kalır mıyım?”2. Bir  şeyin üstesinden gelmek.”Bana verdiği işin altında  kalmayacağım.”
Altından Çapanoğlu çıkmak: Girişilen bir işte  başa dert olacak bir durumla, umulmayan bir tehlike ile karşılaşmak.”Bana öyle  geliyor ki bu işin altından Çapanoğlu çıkacak.”
Altından girip  üstünden çıkmak: Bir serveti, bir parayı, bir kaynağı gereksiz yere,  düşüncesizce, sorumsuzca harcayıp kısa zamanda bitirmek.”Bir ayda o kadar  paranın altından girip üstünden çıktı.”
Altından kalkmak:  Bir zorluğu yenip işi başarmak.”Telâşlanma, işin altından kalkacaktır  o.”
Altını çizmek: Bir şeyin (daha çok sözün) önemini  belirtmek, üzerine dikkati çekmek, vurgulamak.”Altını çize çize söylüyorum.  Eninde sonunda sen de geleceksin.”
Altını üstüne getirmek:  1. Bir şeyi bulmak için aramadık yer bırakmamak.”Evin altını üstüne getirdik ama  tabancayı bulamadık.” 2. Söz ve davranışlarıyla çevreyi birbirine düşürmek,  karmakarışık etmek.”Adam iki çift laf etti. Topluluğun altını üstüne  getirdi.”
Altın kesmek: Çok fazla miktarda para kazanır  olmak.”Adamların açtığı büfe altın kesiyor sanki.”
Altmış altıya  bağlamak: O an ki durumu temelli olmayan bir çözümle kurtarmak veya bir  işi kesin neticeye vardırmış gibi görünmek.”İnsanları altmış altıya bağlamakta  üstüne yoktur onun.”
Altta kalanın canı çıksın: “Herkes  başının çaresine baksın, güçsüzleri düşünme, gücü yetmeyene ne olursa olsun”  anlamında kullanılır.
Alttan (aşağıdan) almak: Sert konuşan  birine karşı yumuşak, olumlu, onu haklı görüyormuş gibi tavır almak.”Amacına  ulaşmak istiyorsan onunla konuşurken alttan al, pes perdeden  konuş.”
Alttan güreşmek: Biraz geriden, pasif hareket edip  gizli gizli yenme yollarını kollamak.”Vay hınzır vay!.. Alttan güreşip aklın  sıra başarı kazanacaksın ha!”
Alt yanı çıkmaz sokak: Sonuç  alınmayacak iş, umutsuz durum.”Çobanlık mı, dağ tepe dolaş dur, alt yanı çıkmaz  sokak vesselâm.”
Amana gelmek: Teslim olmak, önce direnirken  zor karşısında boyun eğmek.”Nihayet düşman amana geldi.”
Aman  dedirtmek (amana getirmek): Karşı koyan birini boyun eğmek zorunda  bırakmak, teslim olmaya zorlamak.”Düşmana aman dedirtmek boynumuzun borcu oldu  artık.”
Aman dilemek: Önce direnirken zor karşısında boyun  eğip canının bağışlanmasını istemek, galip gelenin merhametine sığınmak.”Aman  dileyene kılıç kalkmaz.”
Aman vermemek: 1. Göz açtırmamak,  rahat bırakmamak. 2. Düşmanı acımayıp öldürmek, merhamet etmemek.”Böyle kahpe  insanlara sakın aman vermeyin!”
Ana baba günü: 1. Mahşer  günü. 2. Sıkıntılı kalabalık; telâşlı, tehlikeli, kimsenin kimseyi tanımadığı  kalabalık.”Yangın yeri ana baba gününe dönmüştü.”
Ana kuzusu:  1. Pek küçük kucak çocuğu. 2. Sıkıntıya, güç işlere alışkın olmayan,  nazlı çocuk veya genç.”Şu torbayı kaldırışına bak hele, tam bir ana  kuzusu.”
Anan yahşi, baban yahşi: Bir kimseyi işini  yaptırabilmek için pohpohlamak, gereğinden fazla överek istediğini elde etmeye  çalışmak.
Anası ağlamak: Çok eziyet çekmek, sıkıntıya  katlanmak, bitkin duruma düşmek.”Onu buraya getirinceye kadar anam  ağladı.”
Anasından doğduğuna pişman: 1. Üşengeç, çok tembel.  2. Canından bezmiş.”O işi yaptı ama anasından doğduğuna bin  pişman.”
Anasından doğduğuna pişman etmek: Çok eziyet ederek  canından bezdirmek, bir kimseyi çok üzmek.”Karşıma bir çıksın, onu anasından  doğduğuna pişman edeceğim.”
Anasından emdiği süt burnundan (fitil  fitil) gelmek: Bir işi yaparken çok sıkıntı çekmek, eziyete  katlanmak.”Şu arabanın taksitlerini ödeyinceye kadar anamdan emdiğim süt  burnumdan geldi.”
Anasını ağlatmak: Bir kimseye çok eziyet  edip sıkıntı çektirmek.”Adamın üzerine öyle gittiler ki iki günde anasını  ağlattılar.”
Anasının gözü: Hileci, kurnaz, çok açık göz,  çıkarcı, hin oğlu hin.”Adam anasının gözü, iki dakikada bitiriverdi  işi.”
Anasının nikâhını istemek: Bir şeye değerinden çok  para istemek, olmayacak bir istekte bulunmak.”Senin istekli olduğunu duydu adam,  şimdi gidersen anasının nikâhını isteyecek o eve.”
Anasını sat!  (satayım): Önem verme, aldırma, umursama, bunun için kederlenme,  üzülme,”Sat anasını o işin, yenisine bak!”
Anca beraber, kanca  beraber: Birbirimizden ayrılmayacağız, işler iyi de gitse, kötü de  gitse hep birlikte yapacağız, beraberliği bozmayacağız.”Bu toprağı yalnız ben mi  atacağım, hayır arkadaşlar; haydi anca beraber, kanca  beraber.”
Anladımsa Arap olayım: “Hiçbir şey anlamadım”  anlamında kullanılır.”Senin anlattıklarını anladımsa Arap  olayım.”
Ant içmek (etmek): Yemin etmek, bir şeyi yapmaya  veya yapmamaya söz vermek.”Ant içtik, asla bu ülkeyi düşmana  bırakmayacağız.”
Apar topar: Telâş ve acele ile, yaka paça,  hazırlanmadan,”Treni kaçırırım korkusuyla apar topar evden  ayrıldım.”
Ara (aralarını) bozmak: İki kişi arasındaki iyi  ilişkiyi, dostluğu, arkadaşlığı yıkmak.”Kim ki ara bozar, o toplumun yüz  karasıdır.”
Ara bulmak: Birbirleriyle anlaşamayan, bir araya  gelemeyen kişileri uzlaştırmak, barıştırmak.”İki öğrencinin arasını bulmak, tam  bir haftamı aldı.”
Araları açılmak (bozulmak): İyi  ilişkileri, dostlukları, arkadaşlık bağları kopmak; birbirlerine dargın hâle  gelmek.”Şu iki çiftin araları nasıl açıldı hâlâ anlayamadım.”
Aralarından  kara kedi geçmek (veya aralarına kara kedi girmek): İyi anlaşan iki kişinin veya  dostun ilişkileri bozulmak, aralarına soğukluk girmek, birbirlerine  gücenmek,”Niçin konuşmuyorsunuz? Aranızdan kara kedi mi  geçti?”
Aralarından su sızmamak: Çok iyi, çok yakın dostluk  veya arkadaşlık kurmak, ahbap olmak.”Şunlara bak, aralarından su  sızmıyor.”
Arap saçına dönmek: İşlerin çok karışıp içinden  çıkılmaz bir durum alması.”Bırak artık sorumsuzluğu, işleri bu tavrınla Arap  saçına döndürdün.”
Araya girmek: 1. İki kişinin arasındaki  bir işe karışmak. 2. Araları bozuk olan iki kişiyi uzlaştırmaya çalışmak. 3.  Yapılmakta olan bir işin yapılmasını geciktirmek.”Araya başka işler girince  seninkini yapamadım, kusura bakma.”
Araya koymak: Bir işte  sözü geçen bir kimsenin aracılığına başvurmak.”Genel müdürü araya koyup senin  işe alınmanı sağlayacaklardır.”
Arayı yapmak: 1. Arası bozuk  olan kimse ile barışmak. 2. Arası açık olan iki kişiyi uzlaştırıp,  barıştırmak.”Hasan aramızı yapmasaydı biz hâlâ diken üstünde oturuyor  olacaktık.”
Ar damarı çatlamak: Utanç duyulacak şeyleri  sıkılmadan yapmak, utanmayı bırakmak, yüzsüz olmak.”Ar damarı çatlamış bu  adamdan ne umuyorsun anlamadım bir türlü.”
Arı kovanı gibi  işlemek: Girip çıkanı, gelip gideni çok olmak.”Şu seçim dolayısıyla  doktorun evi arı kovanı gibi işliyor.”
Ârif olan anlasın  (anlar): Üstü örtülü olarak söylenen bir sözün, anlayışı kuvvetli  kimselerce anlaşılabileceğini belirtmek için kullanılır.
Arka arkaya  vermek: Birbirini korumak, kollamak, için birleşmek; dayanışmak,  yardımcı olmak.”Arka arkaya verirsek karşımızda hiçbir güç  duramaz.”
Arka (sırt) çevirmek: Birine eskiden duyduğu  ilgiyi göstermemek, yabancı gibi davranmak.”İşlerim bozulunca bana sırt  çevirdi.”
Arka çıkmak: Birilerine karşı, birini korumak;  savunmak, kayırmak.”Babası arka çıkmasaydı onu bir güzel  dövecekti.”
Arkadan söylemek: Bir kimsenin bulunmadığı yerde  onun hakkında ileri geri konuşmak, dedikodusunu yapmak, çekiştirmek.”Adamın  arkasından söylemeye utanmıyor musun?”
Arkadan vurmak:  Kendisine inanan, güvenen bir kimseye gizlice kötülük etmek.”Onun beni arkamdan  vuracağı hiç aklıma gelmezdi.”
Arka kapıdan çıkmak:  Özellikle bir eğitim kurumundan, bir iş yerinden hiçbir varlık gösteremeden, bir  şey öğrenemeden ayrılmak.”Övünüp durma, bilgine bakılırsa sen o okulun arka  kapısından çıkmışsın.”
Arkası kesilmek: Tükenmek, bitmek,  süregelen bir şeyin son bulması.”Kiranın da arkası kesilirse ne yaparız  biz?”
Arkasına düşmek: 1. Birini gözden ayırmayarak  arkasından gitmek. 2. Bir işi sona erdirmek için çok sıkı çalışmak.”Arkasına  düşmezsen nasıl elde edeceksin o evi?”
Arkasında dolaşmak  (gezmek): Bir işi sonuca bağlamak için ilgili yerlere giderek görüşme  fırsatı aramak, onların yardımını sağlamak.
Arkasını  getirememek: Başladığı işi sürdürüp sona erdirememek,  sonuçlandıramamak.”Ne tembel adamsın, şu işin arkasını getiremedin  hâlâ!”
Arkasını sıvamak: İltifat etmek, okşamak, övmek,  birisini bu yolları kullanarak bir işe sevk etmek.”Arkasını sıvayarak  yaptırıyorum her işi bu çocuğa.”
Arkasını (birine) vermek:  Bir kimsenin himayesinden güç almak.”Arkasını kaymakama vermiş pervasızca  konuşuyor, yolu burdan geçireceğim diyor.”
Arkası (sırtı)  pek: 1. Soğuktan muhafaza edecek biçimde giyinmiş, iyi giyinmiş olan.  2. Güçlü bir kimseye ya da yere güvenen.”Ona göre hava hoş, çünkü karnı tok,  sırtı pek nasıl olsa!”
Arkası (sırtı) yere gelmemek: 1.  Sarsılmamak, sağlam ve sağlıklı durumunu sürdürmek. 2. Hiç yenilgi yüzü  görmemek.”Arkası yere gelmemiş bir adam olarak kalmalı o.”
Armudun  sapı var, üzümün çöpü var demek: Hiçbir şeyi beğenmemek, her şeyin bir  kusurunu bulmak.
Armut piş, ağzıma düş: Bir işin hiç emek  harcamadan olmasını, kendiliğinden hazır olup ayağına gelmesini bekleyenlerin  durumunu anlatmak için kullanılır.
Arpa boyu kadar gitmek:  Pek az ilerlemek.”Onca çabaya rağmen arpa boyu kadar gidebildim  ancak.”
Arpacı kumrusu gibi düşünmek: Derin derin ne  yapacağını bilemeden, çaresizlik içinde düşünüp durmak.”Öyle arpacı kumrusu gibi  ne düşünüp duruyorsun?”
Arpalık yapmak: Bir yeri sürekli  çıkar kaynağı olarak kullanmak, sömürmek.”Batılılar ülkemizi arpalık yaptılar  âdeta.”
Art düşünce (niyet): Açığa vurulandan ayrı, gizli  tutulan, asıl düşünce.”Onun bizim hakkımızda art düşüncelere sahip olduğunu  biliyorum.”
Asıp kesmek: 1. İşkence etmek, zalimce  tavırlarda bulunmak. 2. Tehdit etmek, zalimce davranışlarda bulunacakmış gibi  konuşmak.”Dün haktan ve adaletten söz edenler, bugün iktidar olunca asıp kesmeye  başladılar.”
Askıda kalmak: Bir engel çıkması dolayısıyla  bir işin sonuca varamaması, yapılamayıp öylece kalması.”Senin gelmemen yüzünden  bütün işler askıda kaldı.”
Askıya almak: 1. Geciktirmek,  belirsiz olarak ertelemek, bir işi zamanında yapmayıp savsaklamak. 2. Altı  boşalmış yapıyı dikmelerle tutturarak yıkılmaktan kurtarmak.”Söyle ona, o  adamların tayin işlerini askıya alsın.”
Askıya çıkarmak:  Evlenecek kimselerin nikâhtan önceki durumlarını gösterir belgelerin, belirli  bir süre için ilgili dairede görünür bir yere asılması, ilân  edilmesi.
Aslan payı: 1. Hak edilenden daha çok alınan pay,  en güçlünün aldığı pay. 2. Bir bölüşmede en büyük pay.”Aslan payı Ahmet`e  düştü.”
Aslan yürekli: Yılmaz, hiçbir şeyden korkmayan,  yiğit, kahraman,”Aslan yürekli Mehmetçik düşmanı çil yavrusu gibi  dağıttı.”
Aslı faslı (astarı) olmamak: Yalan, asılsız olmak,  gerçek payı bulunmamak.”Aslı astarı olmayan işlerin içine sürükleme  bizi.”
Astarı yüzünden pahalı olmak: Bir işin ayrıntısına  ödenen paranın aslına ödenen paradan fazla olması, gerçek değerinden fazlaya mal  olması.”Elbiseyi diktin ama astarı yüzünden pahalı oldu.”
Astığı  astık, kestiği kestik: Davranışlarından dolayı kimseye hesap vermeyen,  istediği gibi davranan, çok sert kimseler için kullanılır.
Aşağıdan  almak: Sert konuşan kimselere karşı yumuşak bir dil kullanmak.”Biraz  aşağıdan alırsan onun sana zarar vermesini kolayca önlersin.”
Aşağı  kurtarmaz: 1. Bundan ucuza verilmez. 2. Daha aşağı bir durumu kendine  lâyık görmez.”Israr etme, bu araba daha aşağı kurtarmaz.”
Aşağı  tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık: Sakıncalı oluşları eşit olan iki  karşıt davranıştan birine karar verememe zorunluluğunu anlatmak için  kullanılır.
Aşağı yukarı: Yaklaşık olarak, hemen hemen, tam  değil de tama yakın.”Aşağı yukarı on kilo gelir bu yük.”
Aşık  atmak: Birisiyle yarışmak, özellikle kendisinden üstün birisiyle yarış  etmek.”Sen benimle aşık atacak biri değilsin.”
Ata et, ite ot vermek  (yedirmek): Uygunsuz iş yapmak; birbirini tamamlayan, birbirine uyan  unsurları ters kullanmak; kişilere işlerine yaramayan şeyi, ilgili olmadıkları  görevi vermek.”Ata et, ite ot verilen bir ülkede dirlik düzenlik mi  olurmuş?”
Ateş almak: 1. Yanmak, tutuşmak. 2. Ateşli silâhın  patlaması. 3. Telâşlanmak, öfkelenmek, heyecanlanmak, coşmak.”Silâh birden ateş  aldı.”
Ateş bacayı sarmak: Bir iş ya da olay önüne  geçilemez, tehlikeli bir durum almak.”Ateş bacayı sarmadan çabuk gidelim  buradan!”
Ateş basmak: Aşırı ölçüde sıkılmak, heyecanlanmak,  utanmak sonucu vücutta sıcaklığın artması, yüzün kızarması.”O nadide, paha  biçilmez vazoyu kırınca bedenini birden bire ateş bastı.”
Ateşe  atmak: Birini çok tehlikeli bir işe bile bile sokmak.”Hiç aldırmadan,  biricik kızını o adamla evlendirip ateşe atamazsın değil mi?”
Ateşe  tutmak: 1. Ateşli silâhla mermi atmak. 2. Bir şeyi ateşin üzerinde  tutarak ısıtmak.”Zalim askerler zavallı köylüleri yaylım ateşine  tuttular.”
Ateşe vermek: 1. Bir yeri bilerek yakıp yok  etmek. 2. Aşırı ölçüde telâşlandırmak. 3. Bir toplumu, bir ülkeyi kargaşalık  içine sürükleyerek yıkıma uğratmak.”Dış güçler yerli işbirlikçilerle anlaşarak  ülkeyi ateşe verdiler.”
Ateşine (nârına) yanmak: Birinin  yüzünden büyük haksızlığa uğramak, zarar görmek.”Eğer bu malı satamazsam senin  ateşine yanmış olacağım.”
Ateş kesilmek: 1. Çok kızgın,  öfkeli davranışlar göstermek. 2. Çok çalışkan, hareketli ve becerikli olmak. 3.  Ateşli silâhlarla yapılan atışa son vermek.”Taraflar ateş kesilmesine razı  olmadılar.”
Ateşle oynamak: Çok tehlikeli, zarar verecek bir  işin üstüne üstüne gitmek ya da böyle bir işe girişmek.”Bırak o silâhı elinden!  Ateşle oynadığının farkında mısın sen?”
Ateş pahasına: Çok  pahalı.”Yeni daireler ateş pahası, nasıl alacağız?”
Ateş  püskürmek: Çok öfkeli olmak, ağır sözler söylemek.”Öğretmen kapıyı  kıran öğrencilere ateş püskürdü.”
Ateşten gömlek: İçinde  bulunulan acı, sıkıntılı, dayanılmaz durumu anlatmak için söylenir.”İflas etmem,  ateşten gömlek giymem demektir.”
Atı alan Üsküdar`ı geçti:  “Fırsat kaçtı, artık yapılacak şey kalmadı” anlamında kullanılır.”Sen daha dur,  atı alan Üsküdar`ı çoktan geçti.”
Atı eşkin, kılıcı keskin:  Her bakımdan güçlü, dilediğini yapabilir.”Zalimlere karşı durmak mı istiyorsun?  Atın eşkin, kılıcın keskin olmalı!”
Atın yüğrükse bin de  kaç: İmkânın varsa kendini kurtarmaya bak.
Atıp  tutmak: 1. Kendi gücünü aşacağı işler yapacağını söylemek, abartılı  konuşmak. 2. Birisinin arkasından ileri geri konuşmak, kötü sözler etmek.”Yüzüne  karşı söyle, arkasından atıp tutma adamın.”
At oynatmak: 1.  Ata hüner göstermek. 2. Bildiği ve istediği gibi davranmak. 3. Belli bir alanda  üstünlük kurmak.”Meydan adamlara kaldı, istedikleri gibi at  oynatıyorlar.”
Atsan atılmaz, satsan satılmaz: İşe  yaramadığı, sıkıntı verdiği hâlde vazgeçilemeyen şeyler ve kimseler için  kullanılır.”Ne yapayım, kardeş işte! Atsan atılmaz, satsan  satılmaz!”
Attan inip eşeğe binmek: Bulunduğu dereceden,  mevkiden, önemli görevden daha aşağı bir yere inmek veya alınmak.”Aklını başına  toplamazsan adamı işte böyle attan indirip eşeğe bindirirler.”
Avaz  avaz bağırmak: Olanca gücüyle bağırmak; sesi yettiği kadar, var gücüyle  bağırmak.”Tamam duyuyorum, öyle avaz avaz bağırma!”
Avucunun içine  almak: Birini her dediğini yapar duruma getirmek, baskı ve etkisi  altına almak.”Kaymakam bütün kasabalıyı avucunun içine aldı.”
Avucunu  yalamak: Umduğunu ele geçirememek, beklediğini elde edememek.”Avucunu  yalamak istemiyorsan harekete geç, sen de çalış.”
Avuç  açmak: Yardım istemek, dilenmek, para istemek ya da ister duruma  düşmek.”Yarın avuç açmamak için bugünden çalışmalısın.”
Ayağa  düşmek: 1. Bir şeyin değerini kaybetmesi. 2. Yalvarır duruma gelmek. 3.  İşe ilgisiz ve yetkisiz kimseler karışır olmak.”Sevinmeyin boşuna, bu işi ayağa  düşürmeyeceğim hiçbir zaman.”
Ayağa kalkmak: 1. Hasta iyi  olmak. 2. Saygı göstermek için oturma durumundan ayak üzeri duruma geçmek. 3.  Telâşlanmak, heyecanlanmak. 4. Dikilmek, ayakları üzerinde durmak.”Dedem nihayet  ayağa kalktı.”
Ayağı (ayakları birbirine) dolaşmak: Yürürken  herhangi bir sebepten ötürü ayakları birbirine takılmak, sendelemek.”Korkusundan  zavallının ayakları birbirine dolaştı.”
Ayağı düşmek: Bir  yere uğramak, o yer yolu üzerinde bulunmak, yolu düşmek.”Bu rezillikten sonra  onun ayağının buralara düşeceğini sanmam artık.”
Ayağı düze  basmak: İşleri iyi gitmek, zorlukları yenerek rahata kavuşmak.”Şu borcu  da ödedik mi ayağımız düze basacak inşallah.”
Ayağı ile  gelmek: 1. Kendi isteği ile gelmek. 2. Çok fazla emek sarf edilmeden  elde edilmek.”Adam ayağı ile geldi dayak yemeye.”
Ayağına bağ  olmak: Bir işini yapmasına, bulunduğu yerden ayrılmasına engel  olmak.”Bu çocuk ayağıma bağ oldu, onu bırakıp da bir yere  gidemiyorum.”
Ayağına dolaşmak (veya dolanmak): 1. Birisinin  yaptığı işe engel olmak. 2. Başkasına yaptığı kötülük kendi başına gelmek.”Şu  köpeği birisi çıkarsın atölyeden, insanın ayaklarına  dolanıyor.”
Ayağına gitmek: Büyüklük taslamadan alçak  gönüllülük edip birinin yanına varmak.”O baban senin, ayağına  gitmelisin.”
Ayağına kapanmak: Kendini küçük düşürerek  yalvarıp yakarmak.”İnsan ne birisinin ayağına kapanmalı, ne de birisini ayağına  kapandırmalı.”
Ayağına (ayaklarına) kara su inmek: Bir yerde  ayakta beklemekten veya uzun süre dolaşmaktan çok yorulmak.”Seni aramaktan  ayaklarıma kara sular indi, nerelerdeydin Allah aşkına!”
Ayağını  çekmek: Daha önce gittiği yere artık uğramaz olmak, ilişkiyi ve ilgiyi  kesmek.”Artık onlardan elimi ayağımı çektim.”
Ayağını denk  almak: Birilerinin kendisine karşı yapacakları muhtemel kötülüklere  karşı uyanık davranmak, tedbirli olmak.”Eğer ayağını denk almazsan o adamlar  başına bir iş açacaklar senin.”
Ayağını kaydırmak: Bir  yolunu bularak birini bulunduğu işten, mevkiden uzaklaştırmak.”Adamcağızın hiç  suçu yokken ayağını kaydırdılar, şimdi aç susuz dolaşıyor.”
Ayağını  kesmek: 1. Bir yere gitmez, uğramaz olmak. 2. Birini bir yere artık  uğramaz duruma getirmek.”Öyle korkutun ki o adamın ayağı kesilsin bu  meyhaneden?”
Ayağının altına almak: 1. Acımasızca,  tekmelerle kıyasıya dövmek. 2. Bir şeyi küçük görerek ondan faydalanma yoluna  gitmemek, o şeyi tepmek.”Önüne serilen bütün nimetleri ayağının altına aldı hiç  tınmadan.”
Ayağının tozuyla: Henüz dinlenmeden, yoldan gelir  gelmez.”Adamı ayağının tozuyla kodese tıktılar.”
Ayağını  sürümek: 1. Verilen bir görevi ağırdan yapmak. 2. Bir yerden ayrılmak  üzere bulunmak. 3. Ölmek üzere olmak. 4. Halk inanışına göre birinin gelmesi,  ardından başkalarının da gelmesine yol açmak.”Ayağını mı sürüdün ne, senden  sonra gelen misafirlerin sayısını Allah bilir ancak!”
Ayağını  yorganına göre uzatmak: Gelirini giderine uydurmak, harcamalarda geliri  aşmamak.”Ayağını yorganına göre uzatmazsan ileride aç  kalırsın.”
Ayağı (ayakları) suya ermek (değmek): Neden sonra  aklı başına gelmek, bir şeyin aslını anlamak, beklenen biçimde olmadığını  kavramak.”Toy olduğu için doğruyu göremiyor, onun da ayağı suya erecek bir  gün.”
Ayak altında kalmak: 1. Hor görülüp aşağılanmak, değer  verilmemek. 2. İnsanların sık gelip geçtiği yerde, kalabalık içinde  kalmak.”Seyyar satıcıların pek çoğu ayak altında kalınacak bir yeri  seçerler.”
Ayak atmamak: Bir yere hiç gitmemek.”O kente ayak  atmadım henüz.”
Ayak diremek: Bir şeyde ısrar etmek, karşı  koymak, kendi kararından vazgeçmemek.”Ayak diremeseydi çoktan evini yıkmış  olacaklardı.”
Ayaklar altına almak: Önem verilmesi gereken  şeyleri hiçe saymak, çiğnemek.”Babasının onun için verdiği emekleri ayaklar  altına alarak o serseriliği seçti.”
Ayakları geri geri  gitmek: Bir yere istemeye istemeye, gönülsüz gitmek.”Hoşlanmadığım bu  insanların yanına yaklaştıkça ayaklarım geri geri gitmeye  başladı.”
Ayaklı kütüphane: Çok şey okumuş, her sorulana  cevap veren, çok şey bilen, okudukları aklında kalmış kimse.”Adam ayaklı  kütüphaneydi sanki!”
Ayakta kalmak: 1. Bir zorluk karşısında  yıkılmamak, çökmemek. 2. Oturacak yer bulamamak.”Gemi öyle kalabalıktı ki  hepimiz ayakta kaldık.”
Ayak takımı: İşe yaramaz, bilgisiz,  görgüsüz, kaba, serseri, değersiz kimselerin bütünü.”Mahallemizde ayak takımı  gittikçe çoğalıyor.”
Ayak uydurmak: 1. Adımlarını  başkasınınkine uydurmak. 2. Kendi gidiş ve davranışını başkasınınkine  benzetmek.”Bu bozuk topluma ayak uydurmak zorunda değiliz.”
Ayak üstü  (üzeri): 1. Kısa süre içinde, acele olarak. 2. Ayakta durarak, ayakta  dikilerek.”Gel de şu büfede ayak üstü atıştıralım biraz.”
Ayasofya`da dilenip  Sultanahmet`te sadaka (zekât) vermek: Kendisi başkasının yardımı ile geçinirken,  gösteriş için elindekini başkalarına yardım amacıyla dağıtmak.
Ayıkla  pirincin taşını: Bir işin oldukça karışık, dolaşık, içinden çıkılması  güç olduğunu anlatmak için kullanılır.”Durup dururken adama olmadık sözler  söylemiş, şimdi ayıkla pirincin taşını!”
Ayılıp bayılmak: 1.  Sinir krizi geçirmek, bunalıma düşmek. 2. Birini kendinden geçercesine sevmek,  beğenmek.”Her kan görüşünde ayılıp bayılıyor.”
Ayranı  kabarmak: Öfkelenmek, kızıp bağırmak; coşmak.”O konuştukça adamın  elleri titriyor, ayranı kabardıkça kabarıyordu.”
Ayvaz kasap hep bir  hesap: “Ha öyle ha böyle, ikisi de bir; hangi yolu seçersek seçelim  aynı sonuca varır” anlamında kullanılır.
Ayyuka çıkmak: 1.  Pek yükselmek (ses için). 2. Herkesçe duyulmak, yayılmak (dedikodu için).”Öyle  kızgındı ki sesi ayyuka çıkıyordu.”
Aza çoğa bakmamak: Eline geçenle  yetinmek, tok gözlü olmak.
Azizlik etmek: Şaka ile takılmak,  muziplik etmek, şaka ile aldatmak.”Osman azizlik etmeye bayılır.”